dur kapama
yanlış
numara değil benimki
yalnız
numara
Yalnızlık
kelimesinin çağrışımları özellikle kültürel bağlamdaki anlamlarına
göre değişiklikler ve çeşitlilikler içerebilir. Akdeniz ve Doğu
kültürleri gibi ilişkisel mesafe ve alanın daha dar ve yakın olduğu
bağlamlarda bu çağrışımların olumsuz niteliklere bürünmesine sık
rastlanır. Yalnızlık, terkedilmişliği, kimsesizliği, desteksizliği,
hasreti, gurbeti çağrıştırır. Ancak, yalnızlığın her kültür ve toplumda
bu çağrışımlara sahip olmadığı söylenemez. Bu nitelikler her kültürde
veya toplumda az veya çok yalnızlık kavramının uzantılarıdırlar.
Öte yandan yukarıdaki çağrışımlardan farklı anlamlara sahip tek
başına olabilmek, bireyleşmek,
ayrışmak , kendine
yetmek gibi çağrışımlar, özellikle
Batılı veya Batılılaşmayı amaçlayan toplumların kültürel dokusunda
önemli yer tutmaktadırlar.
Bu yazı, psikanaliz ve gelişim
kuramları ışığında yalnızlık kavramını irdelerken, kavramın
olumsuz niteliklerini ön plana almış görünebilir. İlişki kurma zorlukları,
yoğun yalnızlık ve boşluk duyguları, tek başınalığın yarattığı ürküntü,
kayıpların çözülemeyen yasları gibi olgular psikanaliz veya psikoterapi
odalarının hakim konuları olmaya devam ederken, bu olumsuz nitelikleri
arka plana atmak kolay değildir. Ancak yalnızlığın olumlu çağrışımlarında
dile getirilen olguların, bu olumsuz olgularla diyalektik bir ilişki
içerisinde olduğunu unutmamak gerekir. Yazının içeriğinde görülebileceği
gibi, olumlu çağrışımlardaki özelliklerin
ortaya çıkışını engelleyen gelişimsel aksamalar, yalnızlığı olumsuz
çağrışımlardaki özelliklere itmektedir.
Bu yazının irdelediği yalnızlık,
kimsesizlik, yabancılık, ıssızlık renginde bir yalnızlıktır.
Camus’nün ‘solidaire’ (dayanışmacı)
ve ‘solitaire’ (yalnız)
kelimelerini birbirlerine yakınlaştırıp uzaklaştırarak ima ettiği
gibi, birlikte olabilen, birlikte hareket edebilen,
birliktelik hisseden, yalnız
hissetmeyendir. Tek başınalık,
yalnızlık değildir. Tek başına olanın
yalnız hissetmesi zorunlu değildir. Winnicott (1958) tek başına
olanın, öteki ile oluşu
içselleştirmiş olması durumunda tek başınalığa tahammül edebileceğini
ifade eder.
Stern (1985) gelişimin en önemli
adımlarından birini çocuğun ‘öznel kendilik duyumu’na
(sense of subjective self) ulaşması olarak görür. Bu noktada çocuk
öznelik ve öznelliği
kuşanırken ve kullanırken, ötekinin de bir özne
olduğunu kavramaya başlar. Gelişimdeki
bu kuantum sıçrama, ilişkiyi ‘ara-öznel’
(intersubjectif) bir olgu haline getirir. İlişkideki taraflar, ‘ara-öznellik’
gerçeğiyle paradoksal bir durum yaşamaya başlamışlardır. Bu paradoksal
durum varoluşun onlara oynadığı bir oyun gibidir. Bir taraftan ten
ve ruh duvarları oluşturup, özne olmanın sırları ve sınırları ile
ötekinden ayrılırken,
diğer yandan, ilişkinin kaçınılmaz doğası gereği, ‘ara-öznel
matris’e (intersubjective matrix)
yerleşirler. Ara-öznel matris,
öznenin hep öteki özneye göre özne olduğu, ne yaparsa yapsın bunun
dışına çıkamayacağı bir varoluş durumudur. Ötekinin
“ne düşündüğünü düşündüğümüzü düşündüğünü
düşündüğümüzü……….düşünürüz”. Duygularımız
ve düşüncelerimiz, duygularımız ve düşüncelerimizin ötekinden
yankılanmalarını içerirler.
Eğer gelişimde öznelik
hiç başarılamamışsa, bunun sonucunda ortaya çıkacak patoloji aşırı
boyutlarda olacaktır. Böyle bir durum, daha ileriki yıllarda, psikanaliz
veya psikoterapi ile onarılamayacak (veya ancak kısmen onarılacak)
bir eksikliği içerir. Psikanaliz veya psikoterapinin olanaklı
olduğu durumların çoğunluğu, gelişimde özneliğin bir noktaya
kadar başarıldığı oluşumlardır. Özellikle klasik psikanalizin hastası
olabilecek kişi özne
olmayı başarmıştır, ancak bu öznelik
eksik, çatışmalı veya hasarlıdır. Bunun sonucunda, ara-öznellik
te, aynı olumsuz özelliklere sahip olacaktır. Bir benzetme yapmak
gerekirse, tamamen körlük değilse bile, kişi, kendi öznelliğini
ve dolayısıyla ötekinin öznelliğini
derinlemesine ve genişliğine görme bozukluğundan muzdariptir. Kendi
öznelliğini net olarak görememe ve onu yabancı
gibi algılamasına benzer şekilde, ötekinin
öznelliğini de tam seçememektedir. Klasik psikanaliz ile modern
psikanalitik ekoller arasında bir köprü kurarak denilebilir ki,
‘ben’in (ego) ve dolayısıyla
özneliğin gelişimi ruhsal olgunluğun bel kemiğiyse, ‘bizben’
(wego) (Klein, 1976) ve dolayısıyla ara-öznellik
te, eşit bir işleve ve öneme sahiptir. Ben ve bizben,
özne ve ara-özne bir
paranın iki yüzü gibidirler. İnsanın psişik varoluşu bu ikisinin
sırtlarını birbirlerine dayadıkları bir ‘arayüz’dür
(interface).
Bu noktada, yalnız hissetmeyi
statik bir durum olmaktan ziyade, bir sürecin dinamik değişkenleri
ile kavramak gerektiğini düşündüğümü belirtmeliyim. Olgunlaşma düzeyi
ne olursa olsun herkes, zaman zaman yalnız hisseder. Ancak yukarıda
sözü edilen ara-öznel görme bozukluğu durumlarında bu yalnız
hissetmeler o kadar yoğun ve uzun süreli olabilir ki, kişi statik
ve kategorik bir yalnızlık içindeymiş gibi hissedebilir.
Winnicott’ın (1958 ) yazdıklarına
farklı bir vurgu katarak yorumlarsak, daha önce belirttildiği gibi,
yalnız hissedenin veya yalnızlığa katlanamayanın, öteki
ile oluşu içselleştiremeyen olduğunu söyleyebiliriz. Yalnız hisseden
içinde yalnızdır. Başka
türlü söylemek gerekirse, içinden
yalnızdır. Yalnızlığını bir iç koşul olarak yaşar. Yalnızlığını
kalabalıkların içindeki varoluşuna da taşır. Bowlby’nin (1969;1980)
‘Bağlanma’’ (attachment) kavramı yalnızlık bulmacasını anlamamıza
yardım eder. Ona göre, yaşamın ilk yıllarında (özellikle ilk yılında)
ebeveyne güvenli bağlanabilen bebek, ileriki yıllarda çevresindeki
insanlar ve dünya ile, ayrılık kaygılarının yön vermediği ilişkilere
girebilir. Bu ilişkilerde yakınlaşma ve uzaklaşmaların yarattığı
kaygılara, güven ve güvenlik duyguları ile tahammül edebilir.
Güvenli bağlanma, ebeveyn bebekle olmadığı zamanlarda, bebekle birlikte
kalan koruyucu gibidir. Güvensiz ve kaygılı bağlanan bebekler ebeveynden
ayrılığı, büyük bir kaygı ile yaşarlar. Bu durumu protesto ederler.
İsyanları bir süre sonra umutsuzluğa dönüşür. Çevrelerine ilgisizleşirler.
Ebeveynin gidişinden bu derece etkilenen bebek, dönüşünde ona da
ilgisiz kalabilir.
Güvensiz ve kaygılı bağlanan bebekler
yabancıdan ürkerler. Ondan kaçınırlar. Güvenli bağlanan bebeklerde
ise, yabancının ortama girişi ile oluşan tedirginlik, ilişki
çabası ile aşılır. Bebek yeni bir ilişkiye açıktır. Ebeveynin ortamda
olmadığı zamanlarda, kaybetmediği merak ve keşif çabası, yabancıyı
tanıma gayretinde de işlevseldir. Güvensiz ve kaygılı bağlanan bebek
ebeveynle birlikte değilken,
tüm dünyayı, tehditkar bir yabancı gibi algılamakta ve ondan ürkmektedir.
Çevresindekilerle ilişkiye giremez. Ebeveyn döndüğü zaman ise, ona
ilgisiz kalabilir. Bu iki durumu (ebeveynin gidişi-yokluğu ve dönüşüne
verilen iki tepki) bir döngünün
içindeki iki safha olarak görürsek, diyebiliriz ki kaygılı bağlanan
bebek her iki safhada da yalnızdır. Adeta ebeveynin nesnel gidişi,
bebeğin dünyasındaki öznel terkedilmişliği her seferinde bir daha
uyarmaktadır. Bebek ‘içinde’ ve ‘içinden’
(dışarıya doğru) yalnızdır. Bu yalnızlık, ‘dışında’
ve ‘dışından’
(içeriye doğru) ilişkileri ve çağrıları buharlaştırır. Yabancıdan
ürkme –tek başına değil- kimsesiz
kalınan durumların varoluş niteliğidir. Tek başına kalan herkes
kimsesiz değildir. Kendi
öznelliğine derinlemesine ve genişliğine aşina olmayan kişi için
dünya (hem iç, hem dış dünya) yabancıdır. Dışarıdaki yabancıdan
ürkme, bilinçdışından
ürkmenin yansımadır. Güvenli bağlanan kişi hem iç, hem de dış dünyasında
meraklı ve ilgili bir kaşiftir .
Freud’cu bir bakışla sentezleyerek
söylemek gerekirse, güvensiz ve kaygılı bağlanma durumunda içselleştirilen
nesne (bir başka deyişle, ‘a priori güvenli bağlanma gereksiniminin
doyurulmasının kaybedilmesinin yası’nda içselleştirilen nesne),
bir nevi yoknesnedir.
O görünüşte varolan ancak içi boş nesnedir. Onun içselleştirilmesi
psişik yapıda bir kara deliğe dönüşür. İç dünya ıssızlaşır. Optimal
gelişimde, “dünya çocuğa yerleştikçe, çocuk dünyaya yerleşir” (Orange,
Atwood ve Stolorow, 1997). Oysa, güvensiz ve kaygılı bağ kuran çocuk,
dünyada ürkek ve ayrık dolaşan bir yabandır.
O, dünyada bir yaban, dünya da ona bir yabancıdır. O, gurbette yaşar
gibidir. Memleketini de hiç bilmemektedir (ya da hatırlamamaktadır).
Dünyaya, ilişkilere ve hatta bedenine (Laing, 1960) güvenle yerleşemedikçe,
dünya da ona yerleşemez. Geriye kalan ıssızlık ve kimsesizliktir.
Winnicott’ın (1960) katkısı ile psikanalize
yeni bir kavram girer: ‘Sahte Kendilik’ (false self).
Onun gereksinimlerini görmeyen ve onun
varlığına kendi gereksinimlerini doyurması için saldıran, tecavüz
eden ötekiler ile karşılaşan
çocuk, yaşamda kalmak adına büyük bir ödün verir. Kendiliğinden
(spontan) varoluşundan vazgeçer. Dış dünyanın ondan istediklerine,
ona dayattıklarına göre yaşamaya başlar. Bunu yaparken, ‘gerçek
kendiliğini’ (true self) örter, saklar. Dış dünyaya değen yüzü
sahte kendilik’tir. Sahte kendilik
kökeni olmayan, içten hissedilmeyen, dışa sunulandır. Gerçek
kendilik tohumu karşılaştığı büyük
varoluş dehşetinin ürküntüsü ile içerilere çok içerilere saklanmış
olarak yaşar. Dış gerçeklikten ve onun kendine vereceği zararlardan
çok korkmaktadır. Yalnızlığı, saklandığı adada savaşın bitişini
bekleyen askerinkine benzer. Ufukta gördüğü her duman hem bir umut,
hem de ürküntüdür. Kıyıya yaklaşanın
dost mu, düşman mı olduğunu bir türlü anlayamaz. Kendini onlara
göstermesi durumunda belki kurtulacaktır. Ama ya savaş devam ediyorsa
? Ya esir düşerse, işkenceden geçirilirse, ya da öldürülürse ? Bu
soruların yanıtlarını bir türlü
içini rahatlatacak bir şekilde veremediği için saklanmayı sürdürür.
Gerçek kendilik tohumu
içerilere kaçıp saklandığı andan itibaren, dış dünya ile etkileşimini
kesmiştir. Dış dünya ile arasında sahte kendilik kamuflajı
vardır. Bu temassızlık sonucu, kendiliğin tohumu, deneyimsiz (besinsiz)
dolayısı ile güdük kalmıştır. Gerçek kendiliğin gerçek bedeni de
yoktur. Bedenin içine yerleşilememiştir (Winnicott, 1954;
Laing, 1960; Phillips, 1995). Beden, içeriden kendiliğinden hissedilen
ve yaşanan (kendiliğin somut
kendisi olan) bir varlık olmaktan ziyade, taşınan (ve oldukça ağır
ve elverişsiz olan) bir ceset veya robot gibidir. Yaşamın başlangıcından
itibaren şartların optimal olması durumunda, dış dünyadan beslenerek
ve gelişerek varlığının sınırlarına (bedenin sınırlarına kadar;
tene kadar) genişlemiş olacak ve hem dış dünyaya, hem de bedenine
değmiş olacak olan kendilik,
dehşet hikayesinin sonucunda sadece kendi korkularına değen bir
yalnızlığa mahkum olmuştur. Dehşet içindeki güdük kendilik için
beden de bir yabancıdır.
Bedensiz güdük kendilik, bu anlaşılmaz canlıdan ürker. Depersonalize
ve derealize bir evrende yaşar. Laing sahte kendilikli hastaların
rüyalarının tipik sahneleri olarak, ıssız ortamlar anlatır. Çöller,
terkedilmiş şehirler, ölü doğa. Rüyalarda insan suretleri varsa
bile, bu insanlar canlı değildirler; taşlaşmışlardır (petrification).
Kişi ıssız bir dünyanın üzerindeki Omega adamdır.
Bowlby’nin ruhsal sağlığın temeli
olarak gördüğü güvenli bağlanma olgusu ile Mahler’in ortaya attığı
bireyleşme-ayrılma dinamiği, karşıt tezler olarak görülebilirler.
Oysa iki bakış açısı iyi özümsenerek irdelendiğinde anlaşılır ki,
çocuğun bireyselleşip anneden ayrılabilmesi de, ancak ona güvenli
bağlanabilmiş olabilmesi ile olanaklıdır.
Güvenli bağlanamayan ayrılamaz, ancak
ve ancak kopar. Bunun sonucunda ortaya çıkanlar aynı odaktan doğan
ancak birbirine karşıt görünen iki oluşumdur: Bağımlılıklar ve ilişkisizlikler.
İlişkisizin yalnız hissetmesi bize doğal görünür ama bağımlının
yalnızlığını anlamakta güçlük çekebiliriz. Bağımlı, ilişkisel değirmenini
taşıma suyla döndürme gayretindedir. İç dünyasındaki ıssızlığı,
sürekli dış katkılarla gidermeye çalışır. Nesnesi, yanındayken
bile hasreti olandır. Nesne oburlukları, nesne ile bütünleşme
çabaları veya iç nesneler yaratıp, onlarla düşlemsel ilişki kurma
gayretleri (Saffet Murat Tura’nın deyimi ile içlenmeler
), o ıssızlığı umutsuzca doldurma gayretleridir.
Narsist bir iç dünya, patolojik yalnızlığın
yani kimsesizliğin acısından kaçmak için bir kendini
kutsamadır. İnsanlık ailesine katılabilmek
için temel şart olan paylaşmanın, ilişkinin,
iletişimin özetle eşdeşliğin
olmadığı bir durumun telafi
çabasıdır. Chat odalarındaki maskeli balolar, bedene odaklanan takıntılı
düşünceler ve gitgide hücreleşen alt-kültür oluşumları bu çabanın
sadece birkaç sonucudur. Yalnızlığının ıssızlığı ile bütünsel bir
karşılaşma yaşayan bir hastanın ağzından dökülen şu sözler unutulacak
gibi değildir: “Bu yalnızlık
büyük bir yanlışlık”.
Bu yanlışlık
ürküntü yaratan bir eksiklik, bir sapmadır. Patolojik yalnızlığı
ussallaştıran ve yücelten bir çeşit entelektüel söylem, insanlık
tarihinin devasa hacmi üzerinde ince bir kabuk olarak kalır. Bu
varoluş yüz binlerce yıllık kolektif yaşamın renklerine bürünmüştür.
Evrimin uzun tarihi bizim tarihimizdir.
Yazının daha önceki bölümlerinde
bireysel boyutta izini sürdüğümüz yalnızlık olgusunu, toplumsal,
kültürel, tarihsel boyutlara aktararak irdelemek istersek,
modernite kavramını (öncesi
ve sonrası ile) görmezden gelemeyiz. İnsanlık tarihinin önemli bir
kavşağı olan modernite, insanoğlunun gezegen üzerindeki varoluşunu
tepeden tırnağa sarsan etkilere sahip oldu. Toplumsal, siyasi, ekonomik,
çevresel etkilerinin yanında, anlamsal bir sansıntıyı da beraberinde
getirdi. Bu anlamsal etki bir kopuş olarak tanımlanabilir.
Bu kopuşun izlerini sürdükçe, dini bir tema olan yasak elmanın yenilmesi
ve cennetten kopuşa benzer bir noktaya varılması pek te ilgisiz
bir çıkarım olmaz. İnsanoğlu kendini içinde bulduğu şartlara yabancı
hissetmiş ve “tüm bunların anlamı ne ?” diye sormaya başlamıştır.
Elinin altında olan yanıtların hepsi doyurucu olmaktan uzaktır.
O modernite-öncesinde varolan sorular ve yanıtların diyalogunun
da dışına çıkmıştır. Sadece yanıtı değil –içinde bir ilişkiyi ima
eden- soru/yanıt diyalogunu kaybetmiştir. Sorusu artık çok daha
yabancı ve yalnız
bir sorudur. Bu soru yanıtlanamaz. Varoluşçuluk bu anlam krizine
tepki olarak doğar. Varoluşçuluk, modernite-öncesi yanıtlarına benzer
bir yanıt sunmaz. Onun yanıtında, soruyu sorduran yabancılık
ve yalnızlık
gene mevcuttur. Varoluşçuluk adeta yanıtsız bir yanıt gibidir.
Yanıtında, bu dünyanın anlamsızlığını ve insanın bu dünyaya atılmışlığını,
oradaki yalnızlığını ve ölümlülüğünü eldeki yegane şeyler olarak
geri verir.
Psikanalizin etos ve mitosu da
bir cennetten kovulma temasını ima eder. Bu kovulma yukarıda sözü
edilen kopuştan çok daha önce gerçekleşmiştir. Bu özelliği ile ‘ilk
kopuş’ adını haketmektedir. İlk
Kopuşun merkezinde olan Arzu ve yasak arasındaki
uzlaşmaz çelişki, insanın evrim sürecinde karşılaştığı ve içerdiği
yalan - gerçek; yanlış - doğru; doğa - insan ikilemlerinin
sonucudur. Artık geriye dönüş olanağı yoktur. İnsan bu ikilemlerle
karşılaşması ve kopuşa uğraması öncesindeki kendiliğinden
yaşantıya dönemeyecektir. Bu kaybın yası dini temaların dokusuna
işlemiştir. Cennet tasvirleri arzu ve yasak çelişkisinden
kurtulma müjdeleri taşır. Bir gün kaybedilmiş vatana geri dönülecektir.
Cennet vaad edilen selamettir.
Klasik psikanalizin üzerine çalıştığı
bu ilk kopuş her bireyin iç dünyasında yaşamak, taşımak
ve hesaplaşmak zorunda kaldığı bir trajediye dönüşmüştür. Kopuş-öncesi
doğallık ve kopuşun
sebebi
(sonucu ?) olan bastırma
karşıtlığı, her insanın benliğinde insanlık tarihinin çelişki ve
çatışmalarının bir versiyonunu yaratır. Bu kopuş insanı
yalnızlaştırmıştır ancak o hala tutkulu bir aşık veya hınçlı bir
düşman olabilir. Modernite-sonrasındaki kopuş ise, İkinci
Dünya savaşı’ndan sonraki yıllarda iyice belirgin hale bir olgudur.
Bu kopuş daha öncekine göre çok daha köktenci etkilere sahip
olmuş ve tutkulu aşık / hınçlı düşmanın olduğu yere bir yabancıyı
koymuştur. O öyle bir yabancıdır ki, niye öldürdüğünü veya
niye seviştiğini kendine açıklayamaz. Bu dönüşümle insanlar arasındaki
ilişkilerde büyük boşluklar, süreksizlikler ve anlamsızlıklar doğmuştur.
Yüzyılın ikinci yarısında psikanalist ve terapistleri epey uğraştıran
kişilik bozukluklarının temelinde bu kopuş yatar.
Yirminci yüzyıla narsist çağ dedirten de budur .
Klasik psikanaliz ilk kopuşun
aktörüne yardımcı olma konusunda oldukça başarılı olmuştur. Klasik
psikanalizin başardığı, arzu ve yasak arasındaki
çatışmada, birinin lehine bir çözüm önermeden, çelişkiyi içeren
ve ona tahammül etmeyi sağlayan bir bilinçlilik kuvvetlenmesi yaratmaktır.
Bu bilinçlilik kuvvetlenmesinin hammaddesi kişinin kendi hakkındaki
bilgisini yani içgörüsünü arttırmaktır. İnsan çelişkinin doğasındaki
olanaksızlığa bilgi ile katlanacaktır.
Bu hali ile klasik psikanaliz oldukça modern ve pozitivist bir projedir.
Bu proje, hala aşkı, nefreti ve bunları içeren ilişkiyi barındırır.
İkinci kopuşun
insanı, tüm anlamsızlığı ve ilişkisizliği ile (ya da savunmacı olarak
aşırı / abartılı anlamlılığı ve ilişki oburlukları ile) psikanalistin
huzuruna çıkınca,
yeni bir psikanaliz doğmak zorunda
kaldı. Modernite-sonrasının yarattığı bu kopuk, yalnız
ve yabancı
insan, psikanalistin karşısında, yabancılaşmanın yarattığı bir ilişkisizlikle
yer aldı. Çağdaş psikanaliz, bu
kopuşta, anlamsızlığı
ve yalnızlığı reddetmeyen
ve sorunsalın olanaksızlığına tahammül gücünü yaratan bir çözüm
önermek durumundadır. Yazının daha önceki bölümlerinde belirtildiği
gibi amaç, bağlanarak ayrılmayı sağlamaktır. Bu bir yönü
ile Varoluşçuluğun ‘katılım’ (engagement) kavramına paraleldir.
Her kopuş bir krizdir. Her kopuş
içerdiği olanaksızlıkla krizdir. İkinci
kopuş aynen birinci kopuş
gibi, öncesine dönülemeyecek bir
durum yaratmıştır. Yeni Psikanaliz, kopuş-öncesindeki ‘anlamlılık
ve varlık’ ile kopuş-sonrasındaki
‘anlamsızlık ve yokluk’ arasındaki
çelişkide iki taraftan birinin lehine olmayan bir üst-çözüm üretme
zorundadır. Bu çözüm sadece bilgilenme odaklı içgörü
ile değil, hastanın –ve psikanalistin-
ilişkiye katılımını
sağlayan yaklaşımlarla olacaktır. Amaç bireyleşmenin
tüm kazanç ve sorumluluklarını kaybetmeden, çeşitliliği ve farklılığı
artmış bir insanlık ailesinin parçası olmaktır. ‘Solitaire’
(yalnız) ‘engagement’
(katılım) ile ‘solidaire’
(dayanışmacı) olur.Çağdaş
Psikanalizin öncüleri Winnicott ve Kohut’un başardıkları budur.
Çağdaş Psikanaliz ilişkisel katılım
ve içgörüye eşit değer atfeder.
Farkındalık ve İçgörü
ayrılmayı, dışına çıkmayı,
dışından bakabilmeyi sağlar. Katılım ise bir huzurunda
olma yaşantısıdır. Huzur,
huzurunda olmakla mümkündür. Huzurda olan ve huzurunda
olunan ilişkiye
hazırdırlar (ilişkide halihazırdırlar);
‘tek başına olsalar bile yalnız değildirler’ (Alone-but-not lonely
state) (Lichtenberg, Lachmann & Fosshage, 1992).
Kaynaklar
Bowlby, J. (1969). Attachment. New York: Basic Books.
Bowlby, J. (1980). Loss. Sadness and Depression. New York: Basic
Books.
Klein, G. (1976). Psychoanalytic Theory. New York: International
Universities Press.
Kohut, H. (1971). The Analysis of the Self. New York: International
Universities Press.
Laing, R.D. (1960). The Divided Self. New York: Pantheon
Lichtenberg, J.D. , Lachmann, F. M. & Fosshage, J.L. (1992). Self
and
Motivational Systems. Toward a Theory of Psychoanalytic
Technique. Hillsdale: The Analytic Press.
Orange, D. M., Atwood, G. E. & Stolorow, R. D. (1997). Working
Intersubjectively.Contextualism in Psychoanalytical Practice.
Hillsdale: The Analytic Press.
Phillips, A. (1995). Terrors and Experts. London: Faber &
Faber.
Stern, D. (1985), The Interpersonal World of the Infant. New
York:
Basic Books.
Winnicott, D. W. (1954), Mind and its Relation to Psyche-Soma.
Through Paediatrics to Psychoanalysis içinde. London: Hogarth,
1957
Winnicott, D. W. (1958), The Capacity to be Alone. The Maturational
Processes and The Facilitating Environment içinde. London:
Hogarth, 1965.
Winnicott, D. W. (1960), Ego Distortion in Terms of True and False
Self.
Maturational Processes and the Facilitating Environment içinde.
London: Hogarth, 1965