Hukuksal çıkarım teorisi (I) ve hukuksal
çıkarım teorisinin uygulanması artık klasikleşmiş olan bir çatışkıyı içinde
taşımaktadır. Salt teorik bir yaklaşımda uygulamanın eksik kalması,salt uygulamaya
yönelik bir çalışmada ise pratik olarak kurulmuş olan teorinin eksikliği (II).
Şimdi bu yaklaşımı da göz önünde tutarak konuyu iki farklı başlık altında
değerlendirelim.
I. TEORİ
1. TEORİ OLARAK TEORİ
Alexy’nin kurmuş olduğu “Hukuksal çıkarım
teorisi” nin öncelikle (rasyonel tartışmanın kural ve formlarının hukukun
uygulanmasından kaynaklanan çıkarımlardan farklı oluşu çerçevesinde ) soyut-
teorik açıdan konuyu ele alan bir yaklaşım olduğunu görmekteyiz. Alexy temel olarak
ünlü “olan” “olması gereken” ikileminden hareket etmektedir; Bir çıkarıma
ilişkin uygulamada, uygulamanın kendiliğinden rasyonel olup olmadığı “gerçekte
olan “ ile “ makul olan” arasındaki karşıtlık nedeniyle yine sadece uygulamadan
hareketle çıkartılamaz .Ancak, teorinin teori olarak bu yapılanmasında biçimsel bir
sorun bulunmaktadır; felsefi anlamda prensiple ilgili,yani uygulamanın yanısıra ilk
başta ve son nedende bir teorinin gerçekliği ile ilgili bir problem. Bu teori sadece
hukuksal çıkarımlar için değil, aynı zamanda bugünkü bilim teorisi için de sorun
olmaya devam eden teori- pratik çatışmasının çözümünde önemli bir öneri olma
şansını ortaya koyuyor.
Alexy’nin temel yanılmazlığına dayandığı
ünlü “olan” “olması gereken” ikilemidir. Gerçek çıkarım uygulamasının
kendiliğinden rasyonel uygulama olup olmadığı “olan” ile “makul olan”
arasındaki çatışkı nedeniyle yine sadece uygulamadan çıkarılamaz. Hegel’in
mantıksal metafiziğinin ortadan kaybolmasından sonra bu çatışkı uygulamada tüm
mantıksal oluşumların başlangıcı ve tüm karşılaştırmaya dayanan
çıkarımların sınırı olmuştur. Bir şey ya “var” dır, bu durumda
tanımlanabilir, ya da bir şey olmak “zorundadır”, bu durum da da örnek
alınabilinir, ancak bir taraftan betimsel, diğer taraftan da örnek alınabilir
teoremler bir birlerinden çıkartılamaz.
Bu esastan hareket ettiğimizde Alexy’in bilimsel
teorik terminolojisinde-hukuksal çıkarım teorisi amprik değil,ancak normatif bir teori
olmak zorundadır- yukarıda tanımlanan ikilem anlamında-mantıklı ve bundan dolayı
“iyi bir uygulama” olan bir uygulamayı tanımlayan bir teoridir
Alexy’nin “varolan uygulamanın analiz
edilmesini ve öncelikle bundan yola çıkılmasını” ilk adım olarak bütünüyle
“anlamlı” bulması burada tartışılanlarla ilgili olarak prensibi değiştirmez.
Hukuksal çıkarım teorisinin ispat için attığı son adım, uygulamaya yönelik
çıkarımların mantıksal dayanağı olan normatif kriterlerin gerekçelerini hem teorik
hem metodolojik ve felsefi olarak uygulamadan almasıdır.
Alexy felsefi anlamda varmış olduğu bu son
noktada Apel ve Habermas’ın temel kriteri olan “ideal iletişim birliği” (Idealen
Kommunikationsgemeinschaft) yönünde yani çıkarımsal rasyonel olabilirlik şartından
(deney üstü) ispatı yönünde atmıştır Hegelyen anlamda aklın kendiliğinden
gerçekleşmesine inanmayan, ancak akla uygun çıkarımsallığa inanan kişi,
gerçekliğe uygun kanıtlar aracılığıyla bu olasılığı daima kabul etmiş ve
böylece, prensip olarak gerçekliğe ilişkin kanıtların akla uygunluğu hakkında
karar verebilecek durumda olan “önyargısal(apriorisch)” (Apel), en azından
“karşıt fiil(kontrafaktisc)” (Habermas),ama her halükarda “ideal” (Alexy) bir
iletişim birliğini varsaymış demektir.
Felsefi açıdan da geçerli bir şekilde ispat
edilmiş olsa bile, bu tip normatif akıl prensibi olarak “ideal iletişim birliği”
rasyonel çıkarım teorisinin temel problematiğinin son sözü olarak yeterli değildir.
Bu prensip, temelinin dayalı bulunduğu ikili
düşünme kurgusunun geçerli olma şartıyla geçerlidir. Şu şekilde
açıklayabiliriz; yani daha önce olmasıgereken durumlarda akla gelebilecek olan, ama
olduğu durumlarda düşünülmeyen bir rasyonalite için gerekli düzenlemenin olması
koşulu. Çıkarım teorisinin bu kurguyu sorgulamamasının nedeni teorik anlamından
gelmektedir. Teoriler mantıksal çıkarım ilişkilerinden yola çıktığından
-Alexy’nin italik harflerle gözeçarpar hale getirdiği gibi-“çıkarımın bu
teorisinde modern mantık metodlarının kullanılmasından…. feragat edilemez”
Mantıktaki bu ikilem teori yöntemleri için de geçerlidir. Teori bu mantıksal -
yöntemsel zorlamadan daha önce de olduğu gibi sadece diyalektik olarak
kurtulabileceğine,yani -idealist- materyalist metafiziğe geri dönmemek için- aklın
zaferini “ideal iletişim birliğinin tarihi gerçekleşmesinden” bekleyen “Hegel ve
Marx arasındaki diyalektiğin” yardımıyla kurtulunabileceğine inanmaktadır
Bu tip teorem ve işlemler hakkında kesin bir
felsefi karardan burada sözetmeye gerek yoktur. Çünkü sözkonusu ilke açıktır.
Teorinin teori olarak-mantıken tesbit edilmiş teori olarak- oluşumunda “olan” ve
“olması gereken” ile birlikte teori ve uygulama ile teorik-ideal ve pratik- gerçek
çıkarımının felsefi ve metodolojik ikilemi de oluşmaktadır. Bu ikileme bir
alternatif , uygulamanın uygulama olarak felsefi yapılanmasıdır ( aşağıda II 1 ).
Alternatif oluş sadece felsefi prensipler nedeniyle değil aynı zamanda - ve herşeyden
önce hukuk uygulamaları için- pratik nedenlerden dolayı da gerekli olması, yukarıda
açıklanan teori probleminin bazı çıkarım teorisine ilişkin detaylarına dayanarak
aşağıda örneklerle açıklanmıştır.
2. ÇIKARIM TEORİSİ OLARAK TEORİ
Hukuksal çıkarım teorisinin, teorik olarak
örneklerle nasıl ispatlandığı, hukuksal görüşmenin “özel durum” olarak ele
alınması ve rasyonel karşılıklılığın hem “temel kural” hem de “rasyonel
kural” oluşunun Alexy tarafından ele alınışını inceleyelim inceleyelim.Ortaya
konan deneyüstü ilkenin her uygun çıkarımın “olasılık şartı” anlamındaki
temel dayanakları şunlardır;
“Hiçbir konuşmacı kendisi ile çelişkiye
düşemez”
“Her konuşmacı sadece kendisinin
inandıklarını iddia edebilir”
“İdeal iletişim birliği” şartlarına olan
yakınlığı Alexy tarafından vurgulanan akıl ilkelerinden ilki; “Her konuşmacı
talep edilmesi halinde iddiasını ispat etmelidir, ancak ispat etmekten kaçınabilmesi
için kendisini haklı gösterecek gerekçeler öne sürebilir”.
Son anılan kuralı ortaya koymak için Alexy, Apel-
Habermas görüşünü şu şekilde formüle etmektedir; “İçinde kesinlikle hiçbir
iddia bulunmayan uzun sürmüş bir iletişim” “sadece uygun şartlarda, örneğin bir
anlaşmada” olanaklıdır. Ama böyle bir anlaşmada ön şart olarak şu kuralı
gerektirmektedir; “Bir kural yoksa,bu kurala uyulması için bir anlaşmaya varılamaz.
Buna göre iletişimlerde yer alan herkes ispat kuralına tabidir”. Bu mantıksal
sonuç- ki yukarıda anılan teori kuralı dolayısıyla bu şekilde formüle edilmiştir-
ancak ikincil olarak dahil edilebilebileni (örneğin) bir “anlaşmayı” gerektirir:
öncelikle “anlaşma” ile (esasen “yapay”) iddia içermeyen fiili iletişim , bir
“kural”ın geçerliliğine bağlı kılınmaktadır, bu kural -geleneksel olarak
dualist-normatif geçerli bir ilke olarak önşart halinde belirtilebilir ve -aslında
ikilem nedeniyle- önşart olarak belirtilmesi gerekir. Görülüyor ki prensip
detaylarında da etkindir.
İlk temel kural olan çelişme prensibinin
gerekçesi olarak Alexy mantık kurallarına atıfta bulunmaktadır. Teorinin mantıksal
yapısına uygun olarak mantık kuralları ön şart olarak belirlenebilir. Ama bu tip
önkoşul ve atıflarlarda ideal iletişim birliği hakkındaki bilgilerde olduğu gibi
gerçek diyaloglarda ortaya çıkan çelişkiler için pratik bir şekilde ispata bağlı
olmaksızın vazgeçilebilir. Hukuki görüşmede görüşmenin tarafı, bu görüşmeye
itiraz edildiğinde kendisine itiraz edilen kişidir ve ayrıca ideal iletişim
birliğinin gerçekleşmesi için değil gerçek konuşmanın akışı nedeniyle itiraz
eden kişidir. Çelişme prensibinin pratikte ne anlama geldiği ve pratikte neye
dayandığı, bu nedenle- daha önce anılan “karşıt tutum” dan yola çıkarak-
mantıksal “prencipium contradictionis” (çelişme prensibi)nden ziyade “venire
contra factum proprium” (kendi eski tutumuna aykırılık) hukuk ilkesi ile daha kolay
kanıtlanabilir. “AB değildir” ve “BA değildir” çelişmeleri ancak ikilik veya
çoklukların belirtilmesiyle,diyalog açısından gerçek anlamda bir çelişme
özelliğine kavuşur: (“AB değildir”) söylemi daha önce açıklanmış olan ve
sadece düşünülmüş olan bir söylemle, konuşmacının ortaya koyduğu iddianın-ama
dinleyicinin değil- kendi iddiası ile çürütülmesi nedeniyle çelişmenin ortaya
çıkmasıdır Özgün hukuksal iddialar için de“ venire contra factum proprium”
ilkesi farklı bir şey söylememektedir.Örneğin, alacaklıyı ödeme yapabilmesini
garanti altına almak için, dava açmaktan vazgeçiren ve böylece zamanaşımının
kesilmesini engelleyen borçlu, kendisinin engel olduğu zamanaşımının başlaması
olgusunun sonuçlarını yasal olarak başkasına yükleyemez .
Mantıksal ve hukuksal açıdan aynı oluşun
nedenine gelince , “A B dir.” veya “ödemeye hazırım” şeklinde beyanda bulunan,
bu beyana güvenmiş ve buna göre davranmış olan taraftan bu beyana bağlı kalmasını
bekler. Çünkü beyan bir taraf bağlayan ancak diğer taraf için etkili olmayan bir
durum değildir. Aynı zamanda bir diyalog olduğu için bağlayıcıdır. Beyanda bulunan
yönelmiş olduğu kişi açısından tamamen pratik olan bir anlamda bağlanmıştır .
Yukarıda sözünü ettiğimiz Hukuksal Çıkarım
Teorisinin ikinci temel kuralı olan “insanın sadece kendisinin de inandığı bir
şeyi iddia etmesi”kuralının kanıtlanmasın da da pratik materyal kullanılamaz.
Alexy için tartışmanın dürüstlüğüne ilişkin bu kural “her sözel iletişim
için belirleyicidir” bu kural olmasaydı “yalan bir kez bile mümkün
olmazdı,çünkü dürüstlüğü zorunlu kılan bir kural ön şart olarak ortaya
konmuşsa aldatma düşünülemez” Şimdiye kadar verilen örnekler için kullanılan
kanıtlama burada da işlemektedir; olası olan ancak düşünülebilendir, bu noktada ilk
belirleyici kural-mantıksal-ikili- zorlayıcı- “ön koşul olarak belirlenmelidir”.
Bu tür uygulamalar özellikle aldatma biçimini alddığında gündelik yaşama ilişkin
olarak ön koşulsuz düşünülemez. Bu durumu şöyle bir örnekle
açıklayabiliriz,küçük bir çocuktan ellerini yıkaması istenilebilir. Bunu yapıp
yapmadığı sorulduğunda cevabı “evet” tir, ama aynı zamanda -eskisi gibi kirli
ellerini- saklamaya çalışır. Pratik olarak kolayca belirlenebilecek olan bu aldatmayı
teorik olarak da böyle değerlendirmenin tek koşulu çocuğun soru- cevap ilişkisini,
sadece birbiriyle konuşma ve hareket etmenin geçekleşmesinden, kısacası
karşılıklı konuşma uygulamasından oluşan bu duyguyu gerçekten anlamış
olmasıdır. Sadece bu uygulama ile çocuk bir emrin anlamını ve buna uygun istemin
anlamını kavrar ve ancak uygulamayla- emrin anlaşılmış olmasına rağmen-
yıkanmamış ellerini saklaması anlaşılabilir. Çocuklar en doğrudan ve ilkel
anlamanın ne demek olduğunu bilirler; belirli bir kişisel ilişkiden- öncelikle ve
çoğunlukla ebeveyn ile olan ilişkiden- doğan bir beklentinin yerine getirilmesinde
birisinin aldatılmasıdır. Hukuksal anlamda da aldatma- medeni hukuk anlamında hile
veye ceza hukuku açısından dolandırıcılık olsun yada olmasın-karşılıklı
diyalog ilişkisine dayanarak beklentinin yerine getirilmesini bekleyen kişinin bilinci
bir şekilde aldatılmaktadır
Yalan söylememe, dolandırmama ve aldatmama
tarzının tüm kuralları bu diyalogsal,pratik,somut , gerçek ilişkiye dayanmaktadır.
Bu sonucun yeni bir felsefi başlangıç gerektirip gerektirmediği ise bu tartışmanın
“uygulama”ya ilişkin bölümü içinde belirlenmeye çalışılacaktır.
II. UYGULAMA
1. UYGULAMA OLARAK UYGULAMA
Hukuk biliminin felsefi açıdan gereksinim duyduğu
şey hukuksal uygulamanın esasa ilişkin bir kanıtlanmasını gerektirir. Varolan
“pratik felsefenin itibarının iadesi”nin çıkarımları kural olarak yukarıda da
değinildiği gibi belirleyici işaretler bekleyemez. Çünkü uygulamanın tekrar ortaya
konulması Aristo felsefesindeki rönesansın işaretidir
Aristoteles sözkonusu “pratik” eylemden çok
“poiesis”in yapıcı oluşumuna ve böylece teoriye dayandırmıştır. Uygulamanın
Aristoya özgü anlamın da belirten herkezce bilinen ünlü teleoloji teorisidir.
“Poietik” uygulama içinde mesleksel ve sanatkarhane yapılmış iş amacına
yönelmiştir. “Pratik” ise mükemmel,ahlaki açıdan iyi bir yaşamdır. Aristo
uygulamasını her zaman için iyi bir uygulama olarak belirleyen,politik bir canlı olan
insanın (zoon politikon) doğa (“physei”) tarafından iyi olarak düzenlenmiş yaşam
değeri içinde iyiye ulaşma amacını yönelen bir uygulamadır .
Bu metafiziksel bir yaklaşımdır ve böylece de
kalacaktır yani günlük yaşamın gerçeklerindeki uygulamalarla kanıtlanamıyacak
felsefi bir spekülkasyon. Biz insanlar kendi “doğamıza” en iyi kendi -pratik-
yaşam ilişkilerimiz içinde etki yapabiliriz;gerçek doğamızın -teorik- bilgisinden
ise dış düzenlere karşı zayıflayan inanç karşısında her zamankinden daha
uzaktayız Sözkonusu, doğru kararı vermek için “bu” gerçeğe inanmak yerine,
zaman zaman bireysel ve bir kerelik olgulara girişen, hatta - bu fiili girişimi tamamen
“prattein” olduğundan- bunlarla savaşan her hukukçu için doğrudur. Hukuk için
verilen savaş her zaman uygulamaya taşınmalıdır: bu hukuksal deneyim artık felsefi -
usulen ve pratik olarak da -Apel- Habermas’ın “iletişim birliği”(bkz I 1) veya
Aristo’nun “polis”i gibi teorik önkoşullar olmaksızın- kanıtlanmalıdır.
Uygulamanın bu tip önkoşulsuz kanıtlanması
-özgün insan eylemleri gibi- sadece antropolojik olarak başarılabilir. Antropoloji, bu
bağlamdaki “ön koşulsuzluğu” ancak “insan”ın tanımından- belirli bir
varlık olarak ve bu “varlığın” bir tanımı anlamında- feragat ederse harekete
geçebilir. “İnsan”, ne Aristo’nun gördüğü gibi “politik bir varlık” ne
Scheler’in gördüğü gibi sadece bir “ruh”, ne de Gehlen’in gördüğü gibi bir
“eksik varlık”tır Pratikte tanımlanmış belli bir insan yoktur, Kendi yapıp
ettikleri içinde kendi gibi olan herkes insandır. “Kendi” yapıp ettikleri zaman
içinde yeni faaliyetlere olanak tanır çünkü o ana kadar olan deneyimleri her zaman
için gerçek icraatının temeli olarak kalır. H. Plessner bunu insanın “egzantrik
pozisyon biçimi” olarak adlandırmaktadır Çünkü biz insanlar “egzantrik olarak
kendi merkezimizden uzaklaşabiliriz, ayrıca “refleksif”, kendine geri dönüşlü
olarak tekrar merkeze gelebiliriz. Bu nedenle deneyimlerimizin “denenmesi” kolay
değildir, ancak her zaman doğru olarak söylendiği gibi,kendi deneyimlerimizi yapmak
durumundayız
Plessner’in yarım yüzyıl önce çıkış
noktası olarak aldığı kendi yaşamının, yaşayarak öğrenmenin ve deneyim
kazanmanın felsefi antropolojisi ,günümüzün biyolojik antroplojisiyle sağlam amprik
bir temele oturmuştur. Özellikle Erns Meier “ Usul kavramı ve Gelişimi”
konusundaki önemli eseriyle, cinsel üreme yapan populasyonlardaki genetik
değişkenliği araştırarak her - hayvansal veya insana özgü- bireyin tekelliğine
ilişkin pozitif bilim kanıtlarını ortaya koymuşturBu sonuçtan daha önemli ve
şaşırtıcı olmayan konu “fikir”, “varlık”, “ırk” ve “cins” gibi
geleneksel teorik, standartlara bağlayıcı düzen kategorilerinin artık antropolojik
olarak reddedilmesidir.
Mayr’ın araştırmalarıyla, özellikle
“tür” kavramı, homo sapiens türünün de dahil olduğu, üreyen ve bir arada
bulunan ve üreme engelleriyle izole olmuş popülasyon için biyolojik kavram olarak
bütünüyle yenilenmiş, Eflatun ve Aristo felsefelerinden uzaklaşmıştır . Aslında
üreyen tür olmayıp bireydir. Türler, soy ve potansiyel üreme yoluyla birbirleriyle
akraba olmuş bireylerden başka bir şey değildir İnsanlığın soy geçmişi - kısaca
ve örnek olmak üzere- her birimizin soy ağacından başka bir şey değildir. Bu
ağacın köklerinin ne kadar derine gittiğine gelince; yeterince derine gidildiğinde
kök uçlarında da bulunacak olan yine kendi türümüzün bireyleri olacaktır. Pratik
antropoloji, bu köklerin tam olarak nerede bittiğ ve - resmin sınırları içinde
kalmak için- hangi ve kimin toprağında kök saldıklarını, buradaki ispatları
açısından cevaplamak zorunda değildir. Çünkü bireyin, ,insanın hem onto jenetik
(bireysel ) hem de filojenetik ( soy esasına dayalı) gelişiminde biyolojik gerekçeli
kabulü ile bireysel yaşam uygulamasındaki antropolojik çıkış noktasını yeniden
kazanmıştır
İnsanlar hakkında bir şey öğrenmek istersek
yine kendimizden yola çıkabiliriz. Çünkü, soyut anlamda insan yani “O” nun
olmadığını artık antropolojik olarak da biliyoruz. Kendi deneyimlerinden bu şekilde
yola çıkışın sadece insanı değil herşeyi anlamak için ön koşul olduğuna dair
dini yorumları da eklersek o zaman teorileri korkmadan unutabilir ve -sonunda- sürekli
olarak uygulamayı hatırlarız. Bunun hukukçular arasında muhakeme uygulamasının
tekrar değerlendirilmesini anlatması çalışmanın son bölümünün konusunu
oluşturacaktır.
2. ÇIKARIM UYGULAMASI OLARAK UYGULAMA
Hukukçu burada sözü edilen ve -yukarıda
kanıtlandığı gibi- sadece kişisel deneyimle kendisinden bahsedilen uygulamayı ciddi
şekilde ilk olarak stajını yaparken tanır; bir olaya,bir savcı,bir avukat bir ceza
veya idare hukuku yargıcı gibi teorik ve mesafeli bir açıdan değil doğrudan bir
pratik çözüm bulucu bir yaklaşım içine girer Burada belirleyici olan konu, bir çok
anlamda yetkili olduğu olayı kendi olayı olarak hissetmesidir. Kendi yetenekleri
çerçevesinde- kendisine uygun olan ve kendisinin bu yetkileri kullanmasında
“sorumlu” olduğu ve pratikte bu sorumluluğun yerine getirilebilmesi o konuya
ilişkin uzmanlığına bağlı olması. Hukuk biliminin ve herhangi bir başka
uygulamanın temel dayanağı işte bu uzmanlıktır. Hukuksal olarak görülmekte olan ve
mahkeme dışında işleme konulan sorundan anlamak gerekir. Çünkü incelenmekte olan
her hukuksal problem kendi özgün işlemini ve buna uygun icraatı talep eder. Gerekli
işlemi yapmaya yetkili olan kişi, daima var olan tüm kuralların ne kadar az işe
yaradığını bilir. Delinmiş testereyle kesilmiş, törpülenmiş, çekiçle
vurulmuş… Dava açılmış, cevap verilmiş, mahkeme önünde iddia ve savunmada
bulunulmuş, karar verilmiş… pratikte kurallara göre değil, olayın kendi
çerçevesine göre doğru olur.
Hukuk uygulamasında da görülmekte olan konu ile
bu yakın ilişki başka bir yerde kapsamlı olarak ele alınmıştır Hukuk, ceza ve
idare mahkemelerinde açılan davalarda “…alehine açılan idari dava”, “…
Alehine açılan ceza davası…” vb. Ibareler kullanılır. Bu “alehine” ibaresi
ile hukukçu başlangıçtan itibaren ve diyologdan doğan uygulamaya dayanarak kendini
belirler; alehine delil sunulması gereken karşı taraf hep vardır, pratik olarak
karşı taraf olmaksızın- bu kelimenin burada oluşturulan anlamı çerçevesinde-
hukuksal bir çıkarım adli bir çıkarım olmazdı. Bu uygulamada özgün olaylarda
kanıtlamanın nasıl sağlanacağı, öncelikle- burada oluşturulan anlamda
“usulen”- somut davaya ve ihtilaf konusu olan, ancak müşterek olaydaki bireysel
karşı tarafa bağlıdır
Davanın “müşterek” olarak tanımlanan ihtilaf
olması ise, iletişim teorisine göre kendi ikicil prensibinde (yukarıda I1 ve 2)
aykırı bir paradoks olarak ortaya çıkmasıdır. Son olarak. “ideal iletişim
birliği” ihtilaflı olamayan “gerekli kılınan” mantığı ön koşul olarak
belirler, çünkü ihtilaf, bu tip mantıksal bir zorunluluk değildir. Ama “ihtilaf-
gerçek yaşamda olduğu gibi- mantıktan başka yasalara da uyar. Mücadele ederek,
genelde mantıken olması gerektiği gibi,”sonuçlandırılamaz” ama olaya uygun
biçimde karar verilir Bu tip uygulama karşıkonulamaz bir biçimde bireysel ve
sübjektiftir. Ancak bu sübjektivite için sınır karşı tarafın aynı ihtilafa
yönelik sübjektif talebi ile sınırlandırılmış bir sübjektivitedir. “İletişim
birliği “ sağlanınca, o zaman gerçek, mantıksal çıkarım garanti edilmiş olur
Çıkarıma konu olan hukuksal ihtilafta birlikte davranmanın, mantığın ve
çıkarsamanın birlikte yürüyebilmesi için daima girişimde bulunmalı, fiilen
çıkarım uygulanmalıdır. Buna uygun olmak isteyen bir çıkarım teorisi usule
yönelik değil olaya uygun ve olaya yönelik olmalıdır Hukuken çözümü istenen
olayla ve ihtilaf konusuyla ilgili bu muhakemelerden farklı olan bir teori yanlız
uygulamanın değil, teorinin de itibarını zedeler. Çünkü, en iyi teori her zaman
için uygulamanın teorisidir.