En iyi hukuk rehberi

Ana Sayfa | Ekonomi | Hukuk Programları | Hukuk-Haber | Hukuk-Mizah | Linkler | Makaleler
MAKALE

HUKUKSAL ÇIKARIM TEORİSİ VE UYGULAMASI

Dr.Ralf GRÖSCHNER
Çeviri: Doç.Dr.Yasemin IŞIKTAÇ

Hukuksal çıkarım teorisi (I) ve hukuksal çıkarım teorisinin uygulanması artık klasikleşmiş olan bir çatışkıyı içinde taşımaktadır. Salt teorik bir yaklaşımda uygulamanın eksik kalması,salt uygulamaya yönelik bir çalışmada ise pratik olarak kurulmuş olan teorinin eksikliği (II). Şimdi bu yaklaşımı da göz önünde tutarak konuyu iki farklı başlık altında değerlendirelim.

I. TEORİ

1. TEORİ OLARAK TEORİ

Alexy’nin kurmuş olduğu “Hukuksal çıkarım teorisi” nin öncelikle (rasyonel tartışmanın kural ve formlarının hukukun uygulanmasından kaynaklanan çıkarımlardan farklı oluşu çerçevesinde ) soyut- teorik açıdan konuyu ele alan bir yaklaşım olduğunu görmekteyiz. Alexy temel olarak ünlü “olan” “olması gereken” ikileminden hareket etmektedir; Bir çıkarıma ilişkin uygulamada, uygulamanın kendiliğinden rasyonel olup olmadığı “gerçekte olan “ ile “ makul olan” arasındaki karşıtlık nedeniyle yine sadece uygulamadan hareketle çıkartılamaz .Ancak, teorinin teori olarak bu yapılanmasında biçimsel bir sorun bulunmaktadır; felsefi anlamda prensiple ilgili,yani uygulamanın yanısıra ilk başta ve son nedende bir teorinin gerçekliği ile ilgili bir problem. Bu teori sadece hukuksal çıkarımlar için değil, aynı zamanda bugünkü bilim teorisi için de sorun olmaya devam eden teori- pratik çatışmasının çözümünde önemli bir öneri olma şansını ortaya koyuyor.

Alexy’nin temel yanılmazlığına dayandığı ünlü “olan” “olması gereken” ikilemidir. Gerçek çıkarım uygulamasının kendiliğinden rasyonel uygulama olup olmadığı “olan” ile “makul olan” arasındaki çatışkı nedeniyle yine sadece uygulamadan çıkarılamaz. Hegel’in mantıksal metafiziğinin ortadan kaybolmasından sonra bu çatışkı uygulamada tüm mantıksal oluşumların başlangıcı ve tüm karşılaştırmaya dayanan çıkarımların sınırı olmuştur. Bir şey ya “var” dır, bu durumda tanımlanabilir, ya da bir şey olmak “zorundadır”, bu durum da da örnek alınabilinir, ancak bir taraftan betimsel, diğer taraftan da örnek alınabilir teoremler bir birlerinden çıkartılamaz.

Bu esastan hareket ettiğimizde Alexy’in bilimsel teorik terminolojisinde-hukuksal çıkarım teorisi amprik değil,ancak normatif bir teori olmak zorundadır- yukarıda tanımlanan ikilem anlamında-mantıklı ve bundan dolayı “iyi bir uygulama” olan bir uygulamayı tanımlayan bir teoridir

Alexy’nin “varolan uygulamanın analiz edilmesini ve öncelikle bundan yola çıkılmasını” ilk adım olarak bütünüyle “anlamlı” bulması burada tartışılanlarla ilgili olarak prensibi değiştirmez. Hukuksal çıkarım teorisinin ispat için attığı son adım, uygulamaya yönelik çıkarımların mantıksal dayanağı olan normatif kriterlerin gerekçelerini hem teorik hem metodolojik ve felsefi olarak uygulamadan almasıdır.

Alexy felsefi anlamda varmış olduğu bu son noktada Apel ve Habermas’ın temel kriteri olan “ideal iletişim birliği” (Idealen Kommunikationsgemeinschaft) yönünde yani çıkarımsal rasyonel olabilirlik şartından (deney üstü) ispatı yönünde atmıştır Hegelyen anlamda aklın kendiliğinden gerçekleşmesine inanmayan, ancak akla uygun çıkarımsallığa inanan kişi, gerçekliğe uygun kanıtlar aracılığıyla bu olasılığı daima kabul etmiş ve böylece, prensip olarak gerçekliğe ilişkin kanıtların akla uygunluğu hakkında karar verebilecek durumda olan “önyargısal(apriorisch)” (Apel), en azından “karşıt fiil(kontrafaktisc)” (Habermas),ama her halükarda “ideal” (Alexy) bir iletişim birliğini varsaymış demektir.

Felsefi açıdan da geçerli bir şekilde ispat edilmiş olsa bile, bu tip normatif akıl prensibi olarak “ideal iletişim birliği” rasyonel çıkarım teorisinin temel problematiğinin son sözü olarak yeterli değildir.

Bu prensip, temelinin dayalı bulunduğu ikili düşünme kurgusunun geçerli olma şartıyla geçerlidir. Şu şekilde açıklayabiliriz; yani daha önce olmasıgereken durumlarda akla gelebilecek olan, ama olduğu durumlarda düşünülmeyen bir rasyonalite için gerekli düzenlemenin olması koşulu. Çıkarım teorisinin bu kurguyu sorgulamamasının nedeni teorik anlamından gelmektedir. Teoriler mantıksal çıkarım ilişkilerinden yola çıktığından -Alexy’nin italik harflerle gözeçarpar hale getirdiği gibi-“çıkarımın bu teorisinde modern mantık metodlarının kullanılmasından…. feragat edilemez” Mantıktaki bu ikilem teori yöntemleri için de geçerlidir. Teori bu mantıksal - yöntemsel zorlamadan daha önce de olduğu gibi sadece diyalektik olarak kurtulabileceğine,yani -idealist- materyalist metafiziğe geri dönmemek için- aklın zaferini “ideal iletişim birliğinin tarihi gerçekleşmesinden” bekleyen “Hegel ve Marx arasındaki diyalektiğin” yardımıyla kurtulunabileceğine inanmaktadır

Bu tip teorem ve işlemler hakkında kesin bir felsefi karardan burada sözetmeye gerek yoktur. Çünkü sözkonusu ilke açıktır. Teorinin teori olarak-mantıken tesbit edilmiş teori olarak- oluşumunda “olan” ve “olması gereken” ile birlikte teori ve uygulama ile teorik-ideal ve pratik- gerçek çıkarımının felsefi ve metodolojik ikilemi de oluşmaktadır. Bu ikileme bir alternatif , uygulamanın uygulama olarak felsefi yapılanmasıdır ( aşağıda II 1 ). Alternatif oluş sadece felsefi prensipler nedeniyle değil aynı zamanda - ve herşeyden önce hukuk uygulamaları için- pratik nedenlerden dolayı da gerekli olması, yukarıda açıklanan teori probleminin bazı çıkarım teorisine ilişkin detaylarına dayanarak aşağıda örneklerle açıklanmıştır.

2. ÇIKARIM TEORİSİ OLARAK TEORİ

Hukuksal çıkarım teorisinin, teorik olarak örneklerle nasıl ispatlandığı, hukuksal görüşmenin “özel durum” olarak ele alınması ve rasyonel karşılıklılığın hem “temel kural” hem de “rasyonel kural” oluşunun Alexy tarafından ele alınışını inceleyelim inceleyelim.Ortaya konan deneyüstü ilkenin her uygun çıkarımın “olasılık şartı” anlamındaki temel dayanakları şunlardır;

“Hiçbir konuşmacı kendisi ile çelişkiye düşemez”

“Her konuşmacı sadece kendisinin inandıklarını iddia edebilir”

“İdeal iletişim birliği” şartlarına olan yakınlığı Alexy tarafından vurgulanan akıl ilkelerinden ilki; “Her konuşmacı talep edilmesi halinde iddiasını ispat etmelidir, ancak ispat etmekten kaçınabilmesi için kendisini haklı gösterecek gerekçeler öne sürebilir”.

Son anılan kuralı ortaya koymak için Alexy, Apel- Habermas görüşünü şu şekilde formüle etmektedir; “İçinde kesinlikle hiçbir iddia bulunmayan uzun sürmüş bir iletişim” “sadece uygun şartlarda, örneğin bir anlaşmada” olanaklıdır. Ama böyle bir anlaşmada ön şart olarak şu kuralı gerektirmektedir; “Bir kural yoksa,bu kurala uyulması için bir anlaşmaya varılamaz. Buna göre iletişimlerde yer alan herkes ispat kuralına tabidir”. Bu mantıksal sonuç- ki yukarıda anılan teori kuralı dolayısıyla bu şekilde formüle edilmiştir- ancak ikincil olarak dahil edilebilebileni (örneğin) bir “anlaşmayı” gerektirir: öncelikle “anlaşma” ile (esasen “yapay”) iddia içermeyen fiili iletişim , bir “kural”ın geçerliliğine bağlı kılınmaktadır, bu kural -geleneksel olarak dualist-normatif geçerli bir ilke olarak önşart halinde belirtilebilir ve -aslında ikilem nedeniyle- önşart olarak belirtilmesi gerekir. Görülüyor ki prensip detaylarında da etkindir.

İlk temel kural olan çelişme prensibinin gerekçesi olarak Alexy mantık kurallarına atıfta bulunmaktadır. Teorinin mantıksal yapısına uygun olarak mantık kuralları ön şart olarak belirlenebilir. Ama bu tip önkoşul ve atıflarlarda ideal iletişim birliği hakkındaki bilgilerde olduğu gibi gerçek diyaloglarda ortaya çıkan çelişkiler için pratik bir şekilde ispata bağlı olmaksızın vazgeçilebilir. Hukuki görüşmede görüşmenin tarafı, bu görüşmeye itiraz edildiğinde kendisine itiraz edilen kişidir ve ayrıca ideal iletişim birliğinin gerçekleşmesi için değil gerçek konuşmanın akışı nedeniyle itiraz eden kişidir. Çelişme prensibinin pratikte ne anlama geldiği ve pratikte neye dayandığı, bu nedenle- daha önce anılan “karşıt tutum” dan yola çıkarak- mantıksal “prencipium contradictionis” (çelişme prensibi)nden ziyade “venire contra factum proprium” (kendi eski tutumuna aykırılık) hukuk ilkesi ile daha kolay kanıtlanabilir. “AB değildir” ve “BA değildir” çelişmeleri ancak ikilik veya çoklukların belirtilmesiyle,diyalog açısından gerçek anlamda bir çelişme özelliğine kavuşur: (“AB değildir”) söylemi daha önce açıklanmış olan ve sadece düşünülmüş olan bir söylemle, konuşmacının ortaya koyduğu iddianın-ama dinleyicinin değil- kendi iddiası ile çürütülmesi nedeniyle çelişmenin ortaya çıkmasıdır Özgün hukuksal iddialar için de“ venire contra factum proprium” ilkesi farklı bir şey söylememektedir.Örneğin, alacaklıyı ödeme yapabilmesini garanti altına almak için, dava açmaktan vazgeçiren ve böylece zamanaşımının kesilmesini engelleyen borçlu, kendisinin engel olduğu zamanaşımının başlaması olgusunun sonuçlarını yasal olarak başkasına yükleyemez .

Mantıksal ve hukuksal açıdan aynı oluşun nedenine gelince , “A B dir.” veya “ödemeye hazırım” şeklinde beyanda bulunan, bu beyana güvenmiş ve buna göre davranmış olan taraftan bu beyana bağlı kalmasını bekler. Çünkü beyan bir taraf bağlayan ancak diğer taraf için etkili olmayan bir durum değildir. Aynı zamanda bir diyalog olduğu için bağlayıcıdır. Beyanda bulunan yönelmiş olduğu kişi açısından tamamen pratik olan bir anlamda bağlanmıştır .

Yukarıda sözünü ettiğimiz Hukuksal Çıkarım Teorisinin ikinci temel kuralı olan “insanın sadece kendisinin de inandığı bir şeyi iddia etmesi”kuralının kanıtlanmasın da da pratik materyal kullanılamaz. Alexy için tartışmanın dürüstlüğüne ilişkin bu kural “her sözel iletişim için belirleyicidir” bu kural olmasaydı “yalan bir kez bile mümkün olmazdı,çünkü dürüstlüğü zorunlu kılan bir kural ön şart olarak ortaya konmuşsa aldatma düşünülemez” Şimdiye kadar verilen örnekler için kullanılan kanıtlama burada da işlemektedir; olası olan ancak düşünülebilendir, bu noktada ilk belirleyici kural-mantıksal-ikili- zorlayıcı- “ön koşul olarak belirlenmelidir”. Bu tür uygulamalar özellikle aldatma biçimini alddığında gündelik yaşama ilişkin olarak ön koşulsuz düşünülemez. Bu durumu şöyle bir örnekle açıklayabiliriz,küçük bir çocuktan ellerini yıkaması istenilebilir. Bunu yapıp yapmadığı sorulduğunda cevabı “evet” tir, ama aynı zamanda -eskisi gibi kirli ellerini- saklamaya çalışır. Pratik olarak kolayca belirlenebilecek olan bu aldatmayı teorik olarak da böyle değerlendirmenin tek koşulu çocuğun soru- cevap ilişkisini, sadece birbiriyle konuşma ve hareket etmenin geçekleşmesinden, kısacası karşılıklı konuşma uygulamasından oluşan bu duyguyu gerçekten anlamış olmasıdır. Sadece bu uygulama ile çocuk bir emrin anlamını ve buna uygun istemin anlamını kavrar ve ancak uygulamayla- emrin anlaşılmış olmasına rağmen- yıkanmamış ellerini saklaması anlaşılabilir. Çocuklar en doğrudan ve ilkel anlamanın ne demek olduğunu bilirler; belirli bir kişisel ilişkiden- öncelikle ve çoğunlukla ebeveyn ile olan ilişkiden- doğan bir beklentinin yerine getirilmesinde birisinin aldatılmasıdır. Hukuksal anlamda da aldatma- medeni hukuk anlamında hile veye ceza hukuku açısından dolandırıcılık olsun yada olmasın-karşılıklı diyalog ilişkisine dayanarak beklentinin yerine getirilmesini bekleyen kişinin bilinci bir şekilde aldatılmaktadır

Yalan söylememe, dolandırmama ve aldatmama tarzının tüm kuralları bu diyalogsal,pratik,somut , gerçek ilişkiye dayanmaktadır. Bu sonucun yeni bir felsefi başlangıç gerektirip gerektirmediği ise bu tartışmanın “uygulama”ya ilişkin bölümü içinde belirlenmeye çalışılacaktır.

II. UYGULAMA

1. UYGULAMA OLARAK UYGULAMA

Hukuk biliminin felsefi açıdan gereksinim duyduğu şey hukuksal uygulamanın esasa ilişkin bir kanıtlanmasını gerektirir. Varolan “pratik felsefenin itibarının iadesi”nin çıkarımları kural olarak yukarıda da değinildiği gibi belirleyici işaretler bekleyemez. Çünkü uygulamanın tekrar ortaya konulması Aristo felsefesindeki rönesansın işaretidir

Aristoteles sözkonusu “pratik” eylemden çok “poiesis”in yapıcı oluşumuna ve böylece teoriye dayandırmıştır. Uygulamanın Aristoya özgü anlamın da belirten herkezce bilinen ünlü teleoloji teorisidir. “Poietik” uygulama içinde mesleksel ve sanatkarhane yapılmış iş amacına yönelmiştir. “Pratik” ise mükemmel,ahlaki açıdan iyi bir yaşamdır. Aristo uygulamasını her zaman için iyi bir uygulama olarak belirleyen,politik bir canlı olan insanın (zoon politikon) doğa (“physei”) tarafından iyi olarak düzenlenmiş yaşam değeri içinde iyiye ulaşma amacını yönelen bir uygulamadır .

Bu metafiziksel bir yaklaşımdır ve böylece de kalacaktır yani günlük yaşamın gerçeklerindeki uygulamalarla kanıtlanamıyacak felsefi bir spekülkasyon. Biz insanlar kendi “doğamıza” en iyi kendi -pratik- yaşam ilişkilerimiz içinde etki yapabiliriz;gerçek doğamızın -teorik- bilgisinden ise dış düzenlere karşı zayıflayan inanç karşısında her zamankinden daha uzaktayız Sözkonusu, doğru kararı vermek için “bu” gerçeğe inanmak yerine, zaman zaman bireysel ve bir kerelik olgulara girişen, hatta - bu fiili girişimi tamamen “prattein” olduğundan- bunlarla savaşan her hukukçu için doğrudur. Hukuk için verilen savaş her zaman uygulamaya taşınmalıdır: bu hukuksal deneyim artık felsefi - usulen ve pratik olarak da -Apel- Habermas’ın “iletişim birliği”(bkz I 1) veya Aristo’nun “polis”i gibi teorik önkoşullar olmaksızın- kanıtlanmalıdır.

Uygulamanın bu tip önkoşulsuz kanıtlanması -özgün insan eylemleri gibi- sadece antropolojik olarak başarılabilir. Antropoloji, bu bağlamdaki “ön koşulsuzluğu” ancak “insan”ın tanımından- belirli bir varlık olarak ve bu “varlığın” bir tanımı anlamında- feragat ederse harekete geçebilir. “İnsan”, ne Aristo’nun gördüğü gibi “politik bir varlık” ne Scheler’in gördüğü gibi sadece bir “ruh”, ne de Gehlen’in gördüğü gibi bir “eksik varlık”tır Pratikte tanımlanmış belli bir insan yoktur, Kendi yapıp ettikleri içinde kendi gibi olan herkes insandır. “Kendi” yapıp ettikleri zaman içinde yeni faaliyetlere olanak tanır çünkü o ana kadar olan deneyimleri her zaman için gerçek icraatının temeli olarak kalır. H. Plessner bunu insanın “egzantrik pozisyon biçimi” olarak adlandırmaktadır Çünkü biz insanlar “egzantrik olarak kendi merkezimizden uzaklaşabiliriz, ayrıca “refleksif”, kendine geri dönüşlü olarak tekrar merkeze gelebiliriz. Bu nedenle deneyimlerimizin “denenmesi” kolay değildir, ancak her zaman doğru olarak söylendiği gibi,kendi deneyimlerimizi yapmak durumundayız

Plessner’in yarım yüzyıl önce çıkış noktası olarak aldığı kendi yaşamının, yaşayarak öğrenmenin ve deneyim kazanmanın felsefi antropolojisi ,günümüzün biyolojik antroplojisiyle sağlam amprik bir temele oturmuştur. Özellikle Erns Meier “ Usul kavramı ve Gelişimi” konusundaki önemli eseriyle, cinsel üreme yapan populasyonlardaki genetik değişkenliği araştırarak her - hayvansal veya insana özgü- bireyin tekelliğine ilişkin pozitif bilim kanıtlarını ortaya koymuşturBu sonuçtan daha önemli ve şaşırtıcı olmayan konu “fikir”, “varlık”, “ırk” ve “cins” gibi geleneksel teorik, standartlara bağlayıcı düzen kategorilerinin artık antropolojik olarak reddedilmesidir.

Mayr’ın araştırmalarıyla, özellikle “tür” kavramı, homo sapiens türünün de dahil olduğu, üreyen ve bir arada bulunan ve üreme engelleriyle izole olmuş popülasyon için biyolojik kavram olarak bütünüyle yenilenmiş, Eflatun ve Aristo felsefelerinden uzaklaşmıştır . Aslında üreyen tür olmayıp bireydir. Türler, soy ve potansiyel üreme yoluyla birbirleriyle akraba olmuş bireylerden başka bir şey değildir İnsanlığın soy geçmişi - kısaca ve örnek olmak üzere- her birimizin soy ağacından başka bir şey değildir. Bu ağacın köklerinin ne kadar derine gittiğine gelince; yeterince derine gidildiğinde kök uçlarında da bulunacak olan yine kendi türümüzün bireyleri olacaktır. Pratik antropoloji, bu köklerin tam olarak nerede bittiğ ve - resmin sınırları içinde kalmak için- hangi ve kimin toprağında kök saldıklarını, buradaki ispatları açısından cevaplamak zorunda değildir. Çünkü bireyin, ,insanın hem onto jenetik (bireysel ) hem de filojenetik ( soy esasına dayalı) gelişiminde biyolojik gerekçeli kabulü ile bireysel yaşam uygulamasındaki antropolojik çıkış noktasını yeniden kazanmıştır

İnsanlar hakkında bir şey öğrenmek istersek yine kendimizden yola çıkabiliriz. Çünkü, soyut anlamda insan yani “O” nun olmadığını artık antropolojik olarak da biliyoruz. Kendi deneyimlerinden bu şekilde yola çıkışın sadece insanı değil herşeyi anlamak için ön koşul olduğuna dair dini yorumları da eklersek o zaman teorileri korkmadan unutabilir ve -sonunda- sürekli olarak uygulamayı hatırlarız. Bunun hukukçular arasında muhakeme uygulamasının tekrar değerlendirilmesini anlatması çalışmanın son bölümünün konusunu oluşturacaktır.

2. ÇIKARIM UYGULAMASI OLARAK UYGULAMA

Hukukçu burada sözü edilen ve -yukarıda kanıtlandığı gibi- sadece kişisel deneyimle kendisinden bahsedilen uygulamayı ciddi şekilde ilk olarak stajını yaparken tanır; bir olaya,bir savcı,bir avukat bir ceza veya idare hukuku yargıcı gibi teorik ve mesafeli bir açıdan değil doğrudan bir pratik çözüm bulucu bir yaklaşım içine girer Burada belirleyici olan konu, bir çok anlamda yetkili olduğu olayı kendi olayı olarak hissetmesidir. Kendi yetenekleri çerçevesinde- kendisine uygun olan ve kendisinin bu yetkileri kullanmasında “sorumlu” olduğu ve pratikte bu sorumluluğun yerine getirilebilmesi o konuya ilişkin uzmanlığına bağlı olması. Hukuk biliminin ve herhangi bir başka uygulamanın temel dayanağı işte bu uzmanlıktır. Hukuksal olarak görülmekte olan ve mahkeme dışında işleme konulan sorundan anlamak gerekir. Çünkü incelenmekte olan her hukuksal problem kendi özgün işlemini ve buna uygun icraatı talep eder. Gerekli işlemi yapmaya yetkili olan kişi, daima var olan tüm kuralların ne kadar az işe yaradığını bilir. Delinmiş testereyle kesilmiş, törpülenmiş, çekiçle vurulmuş… Dava açılmış, cevap verilmiş, mahkeme önünde iddia ve savunmada bulunulmuş, karar verilmiş… pratikte kurallara göre değil, olayın kendi çerçevesine göre doğru olur.

Hukuk uygulamasında da görülmekte olan konu ile bu yakın ilişki başka bir yerde kapsamlı olarak ele alınmıştır Hukuk, ceza ve idare mahkemelerinde açılan davalarda “…alehine açılan idari dava”, “… Alehine açılan ceza davası…” vb. Ibareler kullanılır. Bu “alehine” ibaresi ile hukukçu başlangıçtan itibaren ve diyologdan doğan uygulamaya dayanarak kendini belirler; alehine delil sunulması gereken karşı taraf hep vardır, pratik olarak karşı taraf olmaksızın- bu kelimenin burada oluşturulan anlamı çerçevesinde- hukuksal bir çıkarım adli bir çıkarım olmazdı. Bu uygulamada özgün olaylarda kanıtlamanın nasıl sağlanacağı, öncelikle- burada oluşturulan anlamda “usulen”- somut davaya ve ihtilaf konusu olan, ancak müşterek olaydaki bireysel karşı tarafa bağlıdır

Davanın “müşterek” olarak tanımlanan ihtilaf olması ise, iletişim teorisine göre kendi ikicil prensibinde (yukarıda I1 ve 2) aykırı bir paradoks olarak ortaya çıkmasıdır. Son olarak. “ideal iletişim birliği” ihtilaflı olamayan “gerekli kılınan” mantığı ön koşul olarak belirler, çünkü ihtilaf, bu tip mantıksal bir zorunluluk değildir. Ama “ihtilaf- gerçek yaşamda olduğu gibi- mantıktan başka yasalara da uyar. Mücadele ederek, genelde mantıken olması gerektiği gibi,”sonuçlandırılamaz” ama olaya uygun biçimde karar verilir Bu tip uygulama karşıkonulamaz bir biçimde bireysel ve sübjektiftir. Ancak bu sübjektivite için sınır karşı tarafın aynı ihtilafa yönelik sübjektif talebi ile sınırlandırılmış bir sübjektivitedir. “İletişim birliği “ sağlanınca, o zaman gerçek, mantıksal çıkarım garanti edilmiş olur Çıkarıma konu olan hukuksal ihtilafta birlikte davranmanın, mantığın ve çıkarsamanın birlikte yürüyebilmesi için daima girişimde bulunmalı, fiilen çıkarım uygulanmalıdır. Buna uygun olmak isteyen bir çıkarım teorisi usule yönelik değil olaya uygun ve olaya yönelik olmalıdır Hukuken çözümü istenen olayla ve ihtilaf konusuyla ilgili bu muhakemelerden farklı olan bir teori yanlız uygulamanın değil, teorinin de itibarını zedeler. Çünkü, en iyi teori her zaman için uygulamanın teorisidir.

 
(X) (KHukA Dergisi Sayı:5, 1999)
Her hakkı saklıdır. Abchukuk ©2002- 2003